AHMED ARİF hayatı ve şiirleri

1927 yilinda Diyarbakir’da dogdu, 2 Haziran 1991 tarihinde Ankara’da öldü. Ortaögrenimini Diyarbakir Lisesi’nde tamamladi. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Cografya Fakültesi Felsefe Bölümü ögrencisi iken 1950’de Türk Ceza Yasasi’nin 141. maddesine aykiri davranmak saviyla, 1952’de gizli örgüt kurma saviyla iki kez tutuklandi, yargilandi ve 2 yil hüküm giydi. Cezaevi günleri sona erince Ankara’daki gazeteler ve dergilerde teknik islerle ugrasarak yasamini kazandi. Toplumcu gerçekçi siirimizin ustalarindandir. Yasadigi cografyanin duyarliligi ve halk kaynagindaki sesini hiç yitirmeden, lirik, epik ve koçaklama tarzini kusursuz bir kurguyla kullanarak, özgün, tutkulu, müthis ezgili çagdas siirler yazdi.
| «Hasretinden Prangalar Eskittim» kitabıyla Ahmed
Arif’in şiiri de gün ışığına çıktı. Böylece Ahmed Arif’in Türk şiirinde
zaten öteden beri sağlamış bulunduğu yer, okurun gözünde de matematik
bir kesinlik kazandı. Sanırım, bu yer, bundan sonra en az tartışılır
yerlerden biri olarak kalacaktır. Şu yaşadığımız günler sarsıntılı,
karmaşalı günler. Çok hareketli günler. Ama bu arada fikir ve sanat
hayatımızda yerleşik değerler ile yeni değerler arasında, yerleşik
değerlerin kendi içinde, yeni bir trafik doğmuş bulunuyor. Şimdiye dek
şu yönden bakılmış değerlere şimdi bir de bu yönden bakılmakta,
dayanıksız değerler ufalanmakta, silinmekte, çok şeyin hesabı
görülmektedir. Ayrıca sağlam değerler yerlerini bulmaktadır, ya da
bulmaları için pek bir şey kalmamaktadır. Bunun için, iyidir diyorum, bu
sarsıntı, bu karmaşa. Daha önce şairler arası bir «pazarı» olan Ahmed
Arif de bu arada bu durumdan fırlayıp okura uzanmak olanağını buldu, ya
da gereğini duydu.
Ahmed Arif Diyarbakır’lı. İlk şiirleri 1948-1951 yılları arasında bir
iki dergide göründü. O günlerde kendisi Ankara Dil ve Tarih Coğrafya
Fakültesinde, felsefe bölümünde öğrenciydi. Sonra tutuklandı. İlk
şiirlerini ortaya çıkardığı sıralarda Orhan Veli ve arkadaşları şiire
iyice hâkim görünüyorlardı. Garip dönemi bitmiş, Sabahattin Eyuboğlu'nun
deyimiyle “halk olarak sanatın” dolaylarında dolaşılmaya başlamıştı.
Bütün gençler, bütün yeni yetmeler Orhan Veli'ye, Oktay Rıfat'a, Melih
Cevdet Anday'a öykünüyordu. Sanki şiir yalnız onların yazdığıydı;
onların yazdığından başka şiir olamazdı sanki. Gençlerin bu bilinçsiz
tutumu şiirimize zararlı olmuştur. Ama genç sanatçıların çoğu böyle
olmakla birlikle, aralarında kendi çıkış noktalarını geliştirmeye
çalışan, Orhan Veli ve arkadaşlarına pek kulak asmayan kimseler de yok
değildi. Ahmed Arif’i de bunlardan biri olarak görüyoruz. İlk şiirinde
bile. Gariple gelen şiirin içeriğine aldırmamıştır. Önerilmekte olan ve
bir çeşit şiirsiz şiir diyebileceğimiz hareketi umursamadan kendi
doğrultusunda çalışan birkaç şairden biri de odur.
Ahmed Arif’in şiiri bir bakıma Nâzım Hikmet çizgisinde, daha doğrusu
Nâzım Hikmet'in de bulunduğu çizgide gelişmiştir. Ama iki şair arasında
büyük ayrılıklar var. Nâzım Hikmet, şehirlerin şairidir. Ovadan seslenir
insanlara, büyük düzlüklerden. Ovada akan «büyük ve bereketli bir
ırmak» gibidir. Uygardır. Ahmed Arif ise dağları söylüyor. Uyrukluk
tanımayan, yaşsız dağları «âsi» dağları. Uzun ve tek bir ağıt gibidir
onun şiiri. «Daha deniz görmemiş» çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun
arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına
işlenmiştir. Ama o ağıtta, bir yerde, birdenbire bir zafer şarkısına
dönülecekmiş gibi bir umut (bir sanrı, daha doğrusu bir hırs), keskin
bir parıltı vardır. Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de,
arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı
ihmal etmeyen bir gerillanın şiiridir. Karşı koymaktan çok, boyun
eğmeyen bir doğa içinde. Büyük zenginliği ilkel bir katkısızlık olan
atıcı, avcı bir doğa içinde.
1959-1962 yılları arasında Ankara'daydım, Muzaffer Erdost tanıştırmıştı
bizi. Hemen dost olmuştuk. O sıra, Muzaffer Erdost Ulus gazetesinin
basımevi müdürüydü. Ahmed Arif de Medeniyet gazetesinde çalışıyordu.
Haftanın üç-dört günü beraberdik. Daha doğrusu üç-dört gecesi. Ben,
geceye doğru, saat 11-12 sıralarında Ulus gazetesine giderdim. O ara,
kendi gazetesini erkenden bağlamış bulunan Ahmed Arif de oraya gelmiş
olurdu. Muzaffer'in odasında oturur, sabaha kadar konuşurduk. Nelerden
konuşurduk? Her şeyden. Sabahleyin, yürüye yürüye Kızılay'a kadar
gidilir, orada ayrılınırdı. Yaz, kış, hep böyle. Bu sıkı ilişki
birbirimizi iyice tanımamıza yardım etti. Her şairin konuşma tarzıyla
(hattâ yüzüyle) şiiri arasında bir yakınlık, bir benzerlik vardır
muhakkak; ama konuşmasıyla şiiri arasında bu kadar bir özdeşlik bulunan
bir şaire ilk kez Ahmed Arif’te raslıyordum. Onun şiiri, konuşmasından
alınmış herhangi bir parça gibidir; konuşması ise, şiirin her yöne doğru
bir devamı gibi. Bir bakıma «Oral» (ağza ilişkin) bir şiirdir onunki.
Bizde oral şiirin tuhaf bir kaderi vardır: bu şiirde, genellikle, ya
kuru bir söylevciliğe düşülür, ya da harcıâlem duyguların tekdüze
evrenine. Daha doğrusu, nedense şimdiye kadar genellikle böyle olmuştur.
Bu, sözün yakışığı uğruna, şiirin elden çıkarılması, harcanmasıdır.
Ahmed Arif’in şiirinde böyle bir sakınca yok. Hiç bir zaman söyleve
düşmez. Bir duygu sağnağı, imgeler halinde, sıra sıra mısralar kurar.
Ana düşünce, dipte, her zaman belirli, ama sakin durur; çoğalır, büyür
belki, ama kalın bir damar halinde hep dipte durur. Ahmed Arif, kendi
şiirine en uygun yapıyı ve mısra düzenini bulmuş bir şairdir.
Anlatımıyla, şiirin özü arasında özdeşlik vardır. Türkçe destan türünün
en ilginç deneylerini yapmıştır. En ilginç çıkışını desek daha yerinde
olacak Bir yalçınlığı koyuyor şiirine Ahmed Arif, bir graniti. O
yalçınlıktan, birden, sınır köylerine iniyor; «tavukları birbirine
karışan» insanları anlatıyor. Bu birdenbirelik onu kekre diyebileceğimiz
bir lirizme ulaştırıyor. Ya da tersi oluyor. Eksiksiz bir silah
koleksiyonunun arasından görüşmecisinin yolladığı taze soğan demetini
görüyorsunuz. Ahmed Arif, Doğu Anadolu'nun, sınır boylarının yersel
görüntüleri içinde oraların türkülerini kalkındırıyor, bütün Anadolu
türkülerine ulaştırıyor onları, büyütüyor, besliyor; ama boğulmuyor
onların arasında. Doğu Anadolu insanının müthiş malzemesini korkusuz bir
lirizm içinde önümüze yığıyor. Sonra bütün Anadolu insanına doğru
yayıyor onu. Pir Sultan Abdal'ı, Urfa'lı Nazif'i, Köroğlu'na,
Bedrettin'e götürüyor. Büyük bir sevgiye, bir umuda çağırıyor Anadolu
insanını; gözlerinden öperek, çıldırasıya severek. Evet, halk
türkülerinden yararlanıyor Ahmed Arif. Yalnız, halk kaynağının, edebiyat
için, şiir için, türkülerden öte daha bir sürü olanak taşıdığını, hatta
öbür halk kaynakları içinde türkülerin o kadar da büyük bir ağırlık
taşımadığını iyi biliyor. Bu yanıyla halk kaynağına eğildiklerini sanan
başka şairlerden ayrılıyor. Onlar gibi sadece türkülere yaslanmıyor.
Özellikle destan türü için vazgeçilmez olan tavrı tâ temelden takınıyor.
Çalışmalarını ona göre yapıyor.
Ahmed Arif kendi şiirine en uygun yapıyı ve mısra düzenini getirmiştir,
dedik. Bir de, Paul Eluard için söylenmiş bir sözün onun şiirine de
uyduğunu söyleyelim: Paul Eluard’ın şiiri imgenin tutsağı değildir;
gerçeküstücü döneminde de, ondan sonraki dönemde de, şiirin temelinde
yatan ana öğe, mısraların kısalığı, kuruluş tarzı ve bunların
birbirleriyle bağlama biçimi sayesinde ipuçlarını hiç bir zaman
saklamamıştır. Ahmed Arif’te de öyle. İmge, çıplaklığın çarpıcılığını
taşır; düşünce, vurucu özelliğini ilk anda kullanır. «Hasretinden
Prangalar Eskittim»de bunun birçok örneğini görüyoruz. Sonra imge onda
sınırlı bir öğe değil. Bir bakıma şiirin kendisi, bütünü. Öyle ki
bütünüyle vardır onun şiiri. Kelimeler ilişkin oldukları kavramları aşan
ve daha geniş durumları kavrayan bir nitelik gösteriyor. Şiirin bütünü
içinde kullanılmış bazı düz sözler inanılmaz bir çarpıcılık, bir imge
yeteneği kazanmaktadır Ahmed Arif’te. Öte yandan, şiirin içinde birer
ikişer kelimelik mısralar halinde akan bu sözler biçim yönünden de önem
kazanmaktadır. Öyle ki, kendiliğinden doğan ve yalnız Ahmed Arif’e özgü
gizli bir aruz gibi bu sözlerden bütün şiire bir müzik yayılmakta, ya da
bütün şiir çekidüzenini onlarda bulmaktadır.
Sözgelimi, Otuzüç Kurşun'da:
Yakışıklı
Hafif
İyi süvari
mısralarının;
yine aynı şiirde:
ve karaca sürüsü
Keklik takımı...
mısralarının böyle bir işlevi vardır.
Bu, Mayakovski'nin ritm elde etmek için yaptığı biçim çalışmalarını akla
getiriyorsa da, aslında bu noktada iki şairin tutumlarını birbirine
karıştırmamak gerekir. Mayakovski için, ritm, bir yerde, her şeydir;
«şiirin temel gücünü» ritmde bulur o; bir endüstriye benzettiği şiir
için ritm manyetik gücü ya da elektriklenmeyi temsil eder. Ahmed Arif
için ise ritm sadece bir olanak olarak önemlidir. Ama aralarındaki asıl
ayrım surda sanırım: Mayakovski'de ritm, bir bakıma, şiirin dışında bir
yerdedir, anonim bir tekniktir. Bunun için sık sık düşey ya da yatay ses
benzerliklerine, bağdaşımlarına başvurur. Daha özetlersek: Mayakovski
ritmi ses'te aramaktadır. Ahmed Arif ise söz'de arar. Bunun için onun
şiiri bir noktada «oral» niteliğini bırakır, çok ötelere gider. Bu
yanıyla çağdaş şiirin en yeni yönsemelerine karışır. Özellikle imge
konusunda yaptığı sıçrama onu bugünkü şiiri hazırlayanlardan biri
yapmıştır. Zaten birçok şairin onun etkisinden geçmesi de bunu
gösteriyor. Sadece bu bakımdan bile «Hasretinden Prangalar Eskittim»,
geç kalmış bir kitap değildir. Bir de şu bakımdan geç kalmış bir yapıt
değildir «Hasretinden Prangalar Eskittim»: Yaşsız bir şiirdir Ahmed
Arif’in şiiri. Günün değil, çağın değil, çağların «aktüalite»siyle
doludur. «Künyesi çizileli» kimbilir kaç yıldız uçmuştur. Dirsek teması
içinde bulunduğu köylülerin, yürüyerek gezdiği kasabaların arasından
tarihi kalın çizgilerle görmeyi sever. Tarihi ve uygarlığı. Yalnız,
«Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi»nde daha güncül
bir tavrı var. Otuzüç Kurşun'da da biraz öyle. Bir yerde tarihten önce
yaşamış bir ozan konuşuyor sanırsınız, başka bir yerde en genç kuşağın
bir verimi karşısında gibisinizdir. Bu bakımdan elli yıl sonra da
yayımlansaydı aynı ilgiyi görecek, sevilecekti bence.
Hollanda'ya gittiğimde orada Van Gogh'un sarılarının kaynağını bulmuş ve
daha çok sevmeye başlamıştım. Van Gogh'un resimlerindeki sarıları.
Çünkü Hollanda’daki coğrafya’nın yeryüzü şekillerinin, bitkisel örtünün
sarıları Van Gogh'u içimde somutlamış ve bir yere oturtmuştu. Onun
çalışmasını gözümde daha da büyütmüştü. Doğal verilerle yaratıcı çalışma
arasındaki böyle bir ilişki sanat yapıtının değerini artırıyor. Sanat
yapıtı gerçeğin asalağı olmamalıdır, ama bütün bütüne de ondan
kopmamalıdır, ondan kopmayışın kanıtlarını taşımalıdır.
Aynı şekilde, Erzurum toprağını gördükten, Doğu Anadolu'daki yeryüzü
şekillerini, iyice dolaşıp, içime sindirdikten sonra, Aşık Veysel'in
sesine daha çok tutuldum. Van Gogh'un sarıları Hollanda toprağının
baskın renklerini taşıyor, bir yerde onlara katkıda bulunuyordu, onların
arasında açılmış çılgın, sanrılı çiçekler gibiydi. Aşık Veysel’in
sesinde de Doğu Anadolu toprağının rengi, kıvamı, taşıl niteliği, köy
evlerinin içinden geçen arklar, yüzükoyun yatarak su içen delikanlılar,
genç kızlar vardı. Ahmed Arif’in şiirinde de, şiirini yaparken
kullandığı araçlarda da, anlattığı yerlerin, yapıtına koyduğu hayatın
çok tutarlı bir bileşkesini görüyorum. Özellikle destan timinde bunun
nice önemli olduğunu anlıyorum Ahmed Arifi okurken.
Cesareti söylüyor Ahmed Arif. Yiğitliği.
Bir pınar gibi, bir yeraltı suyu gibi, bir tipi gibi.
«Dostuna yarasını gösterir gibi».
Yücelerde yıllanmış katar katar karın içinde yürüyor yalnayak ve ayakları yanarak.
Cemal SÜREYA
Papirüs — Ocak 1969
emekforum net
|
ANADOLU
Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar
Havva Anan dünkü çocuk sayılır
Anadoluyum ben
Tanıyor musun?
Utanırım
Utanırım fukaralıktan
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın
Beraberliğin
Atom güllerinin katmer açtığı
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında
Kalmışım bir başıma
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun?
Binlerce yıl sağılmışım
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım
Ne şah, ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun?
Nasıl severim bir bilsen.
Köroğlu'yu
Karayılanı
Meçhul Askeri...
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.
Sonra kalem yazmaz
Bir nice sevda...
Bir bilsen
Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen, Urfa'da kurşun atanı
Minareden, barikattan
Selvi dalından
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim
Duyuyor musun?
Öyle yıkma kendini
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol
İçerde, dışarda, derste, sırada
Yürü üstüne - üstüne
Tükür yüzüne celladın
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.
Gör, nasıl yeniden yaratılırım
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım
Oğullarım var gelecekte
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası
Gözlerinden
Gözlerinden öperim
Bir umudum sende
Anlıyor musun?
AY KARANLIK
Maviye
Maviye çalar gözlerin
Yangın mavisine
Rüzgarda asi.
Körsem
Senden gayrısına yoksam
Bozuksam
Can benim, düş benim
Ellere nesi?
Hadi gel
Ay karanlık...
İtten aç
Yılandan çıplak
Vurgun ve bela
Gelip durmuşsam kapına
Var mı ki doymazlığım?
İlle de ille
Sevmelerim
Sevmelerim gibisi?
Oturmuş yazıcılar
Fermanım yazar
N'olur gel
Ay karanlık...
Dört yanım puşt zulası
Dost yüzlü
Dost gülücüklü
Cigaramdan yanar.
Alnım öperler
Suskun, hayın, çıyansı.
Dört yanım puşt zulası
Dönerim dönerim çıkmaz.
En leylim gecede ölesim tutmuş
Etme gel
Ay karanlık...
BU ZINDAN, BU KIRGIN,BU CAN PAZARI
Gördüler
Yedi cihan,
In, cin Kaf daginin ardindakiler,
Kitlik da kiran da olsa
Gördüler analar neler dogurur
Aman aman hey...
Dünyalar vardir elvan,
Bir su damlasinda, bir kil ucunda,
Meyvalar vardir, meyvalar,
Agaci, omcasi yok,
Sana vurgun, sana dost.
Beride Kabil'in murdar baltas
Ve kan degirmenleri,
Kader kahpesi.
Beride borazancilari o pust ölümün,
Hazir irzini vermege
Yigitler vuruldukça.
Timsah kismi çünkü yavrusunu yer
Akarsu duruldukça.
Cadi, yalan hamurunu dag - dag yogurur
Aman aman hey
Bu zindan, bu kirgin, bu can pazari,
Macera degil.
Yasamak, sade "yasamak"
Yosun, solucan harcidir.
Öyle açar ki murat.
Susuz, günessiz de kalsa, koparilsa da
Savki, bulut güllerinden daha bir suna,
Daha bir burcu - burcudur.
Bu zindan, bu kirgin, bu can pazari
Macera degil
Sardigim topragimin altin sabridir.
O sert, erkek hüznüdür lahza basinda
Cigara degil.
Ve sevgilim uykusunda bagrir
Aman aman hey...
Meltemin bir tadi, ustura agzi
Biri, kiz memesi, tilsim,
Yagmurun bir damlasi süzülmüs küfür,
Bir damlasi, ask.
Senin uykularin hayin,
Düslerin kardes.
Duyar misin, anlayip sizlar misin ki?
Gece, samanyollarinda rüzgar çikincayadek,
Misralarim kardes - kardes çagirir
Aman Aman hey...
Serabin bir sonu vardir,
Ufkun, siradagin sonu.
Uçarin, kaçarin bir sonu vardir
Senin sonun yok.
Mandalarin, kavaklarin pazari olur,
Senin pazarin olamaz.
Sensiz nar çatlamaz, bebek giii demez.
Beni böyle sair, dizane etmez,
Kizimin çatal gögsü.
Senin yüzün suyu hürmetinedir
Bugdalara, cevizlere yürüyen
Kara topragin ak südü...
Bir bilsen kimlere tasa, kedersin,
Anlar misin, sasirip aglar misin ki?
Bir bilsen kardeslerim ne can çocuklar
Ve bilsen nasil vurur beni bu duvar.
Aksam - aksam, kara sevdam agirir
Aman, aman hey...
DIYARBEKIR KALESINDEN NOTLAR
VE ADILOS BEBENIN NINNISI
1.
Varamaz elim
Ayvasina, narina can dayanamazken,
Kirar boynumu yürürüm.
Kurdun, kusun bilecegi hal degil,
Sormayin hiç
Laaaaal...
Kara ferman çikadursun yollara,
Yarin bahçesi tarumar,
Kan eder perçem
Olancasi bir tutam can,
Kadasina, belasina sundugum,
Ben öleydim loooy...
Elim bos,
Ayagim pusu.
Bir ben bilecegim oysa
Ne afat sevdim.
Bir de agzi var dili yok
Diyarbekir Kalesi...
2.
Açar,
Kan kirmizi yediverenler
Ve kar yagar bir yandan,
Savrulur Karacadag,
Savrulur zozan...
Bak, biyigim buz tuttu,
Üsüyorum da
Zemheri de uzadikça uzadi,
Seni, baharmisin gibi düsünüyorum,
Seni, Diyarbekir gibi,
Nelere, nelere baskin gelmez ki
Seni düsünmenin tadi...
3.
Hamravat suyu dondu,
Diclede dört parmak buz,
Biz kuyudan isliyoruz kaba - kacaga,
Çayi kardan demliyoruz.
Anam sir gibi saklar siyatigini,
"Yel" der, "Baharin geçer".
Bacim, ikicanli, agir,
Güzel kizdir, bilirsin.
Ilki bu, bir yandan sakli utanir
Ve bir yandan korkar
Ölürüm deyi.
Bir can daha çogalacagiz bu kis.
Bebegim, neremde saklayim seni?
Hos gelir,
Safa gelir,
Ahmed Arif'in yegeni...
4.
Dogdun,
Üç gün aç tuttuk
Üç gün meme vermedik sana
Adilos Bebem,
Hasta düsmeyesin diye,
Töremiz böyle diye,
Saldir simdi memeye,
Saldir da büyü...
Bunlar,
Engerekler ve çiyanlardir,
Bunlar,
Asimiza, ekmegimize
Göz koyanlardir,
Tani bunlari,
Tani da büyü...
Bu, namustur
Künyemize kazinmis,
Bu da sabir,
Agulardan süzülmüs.
Saril bunlara
Saril da büyü...
HANI KURSUN SIKSAN GEÇMEZ GECEDEN
Yigit harmanlari, yiginaklar,
Kurulmus çetin daglarinda vatanlarin.
Dize getirilmis haydutlar,
Hayinlar, amana gelmis,
Yetim hakki sorulmus,
Hesap görülmüs.
Demdir bu...
Demdir,
Derya dibinde yanginlar,
Kan kesmis ovalar üstünde Mayis...
Uçmus, bir kustüyü hafifliginde,
Çelik kadavrasi korugan'larin.
Ölünmüs, canim,ölünmüs
Murad alinmis...
Gelgelelim,
Beter, bize kismetmis.
Ölüm, böyle alti okka koymaz adama,
Susmak ve beklemek, müthis
Genciz, namlu gibi,
Ve çatal yürek,
Barisa, bayrama hasret
Uykulara, derin, kaygisiz, rahat,
Otuziki disimizle gülmege,
Doyasiya sevismege,yemege...
Kaç yol, aglamakli olmusum geceleri,
Asil, bizim aramizda güzeldir hasret
Ve asil biz biliriz kederi.
Içim, bir suskunsa tekin mi ola?
O Malta biçagi,kinsiz,uyanik,
Ve genç bir misradir
Filinta endam...
Neden, neden alnindaki yikkinlik,
Bakislarindaki öldüren bugu?
Kaç yol aglamakli oluyorum geceleri...
Nasil da almis aklimi,
Sürmüs, filiz vermis içimde sevdan,
Dost, düsman söz eder kendi kavlince,
Kinanmak, yigit basina.
Bu, ne ayip, ne de yasak,
Öylece bir gerçek, kendi halinde,
Belki, yasamama sebep...
Evet, aglamakli oluyorum, demdir bu.
Hani, kursun siksan geçmez geceden,
Anlatamam, nasil issiz, nasil karanlik...
Ve zehir - zikkim cigaram.
Gene bir cehennem var yastigimda,
Gel artik...
HASRETİNDEN
PRANGALAR ESKİTTİM
Seni, anlatabilmek seni
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni
Namussuza, halden bilmeze
Kahpe yalana.
Art arda kaç zemheri
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül gürül akan bir dünya...
Bir ben uyumadım
Kaç leylim bahar
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım
Bir o yana
Bir bu yana...
Seni bağırabilsem seni
Dipsiz kuyulara
Akan yıldıza
Bir kibrit çöpüne varana
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.
Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin
Yitirmiş öpücükleri
Payı yok, apansız inen akşamlardan
Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene
Seni anlatabilsem seni...
Yokluğun, cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini...
İÇERDE
Haberin var mi tas duvar?
Demir kapi, kör pencere,
Yastigim, ranzam, zincirim,
Ugruna ölümlere gidip geldigim,
Zulamdaki mahzun resim,
Haberin var mi?
Görüsmecim, yesil sogan göndermis,
Karanfil kokuyor cigaram
Daglarina bahar gelmis memleketimin...
KARANFIL SOKAGI
Tekmil ufuklar kışladı
Dört yön, onaltı rüzgar
Ve yedi iklim beş kıta
Kar altındadır.
Kavuşmak ilmindeyiz bütün fasıllar
Ray, asfalt, şose, makadam
Benim sarp yolum, patikam
Toros, Anti-toros ve asi Fırat
Tütün, pamuk, buğday ovaları, çeltikler
Vatanım boylu boyunca
Kar altındadır.
Döğüşenler de var bu havalarda
El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem
Ümit, öfkeli ve mahzun
Ümit, sapına kadar namuslu
Dağlara çekilmiş
Kar altındadır.
Şarkılar bilirim çığ tutmuş
Resimler, heykeller, destanlar
Usta ellerin yapısı
Kolsuz, yarı çıplak Venüs
Trans-nonain sokağı
Garcia Lorca'nın mezarı
Ve gözbebekleri Pierre Curie'nin
Kar altındadır.
Duvarları katı sabır taşından
Kar altındadır varoşlar
Hasretim nazlıdır Ankara.
Dumanlı havayı kurt sevsin
Asfalttan yürüsün Aralık
Sevmem, netameli aydır.
Bir başka ama bilemem
Bir kaçıncı bahara kalmıştır vuslat
Kalbim, bu zulümlü sevda
Kar altındadır.
Gecekondularda hava bulanık puslu
Altındağ gökleri kümülüslü
Ekmeğe, aşka ve ömre
Küfeleriyle hükmeden
Ciğerleri küçük, elleri büyük
Nefesleri yetmez avuçlarına
- İlkokul çağında hepsi -
Kenar çocukları
Kar altındadır.
Hatip Çay'ın öte yüzü ılıman
Bulvarlar çakırkeyf Yenişehir'de
Karanfil Sokağı'nda gün açmış
Hikmetinden sual olunmaz değil
"Mucip sebebin" bilirim
Ve "kafi delil" ortada...
Karanfil Sokağı'nda bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al al bir yangın şarkısı
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü Altındağ'da, İncesu'dadır.
LEYLIM - LEYLIM
Leylim - leylim dünyamizin yarisi
Al - yesil bahar,
Yarisi kar olanda
Gene kavim - kardas, can - cana düsman,
Gene yedibogum akrep,
Sari engerek,
Alnimizin akliginda pust isi zulüm
Ve canim yari geceler
Çift kanat kapilarina karsi daragaçlari,
Mahpusanede çesme
Yandan akar olanda,
Gelmis yoklamis ecel
Kaburgam arasindan.
Yoklasin hele...
Çagidir, can dayanmaz,
Çagidir, en çatal, en asi,
Cehennem koncasi memelerinin.
Çagidir, kirk gün - kirk gece
Kollarin boynuma kement,
Ha canim kötüye inat...
Vah ki ne desem,
Kursunlari namlulara sürülü,
I'kelleri kan,
Baskincilar uykumuzu yikar olanda,
Alir yüregim:
Yankin yasak, aynalara.
Inemem bahçende talan,
Tam, bos yani bu, derim namussuzun,
Tam, biçagim cehennem gibi güzelken,
Aklima düsüyorsun
Ellerim arik...
Bilmis
Bütün zula'lar
Egri hançer, kara mavzer, kan pusu.
Ve insan düsüncesinin o en orospu,
O en ayip, frengili yemisi,
Çildirtilmis uranyum
Bilmis,
Bilsinler!
Sana nasil yandigimi
Uuuuy gelin...
Iste kan tutmus korsanlar,
Haramla beslenmis azgin,
Düzmece peygamberler
Ve cüceleri
Ve igdis ve aptal kölelerine karsi,
Iste bir kez daha
Bu can bendeyken,
Delin, divanenim iste
Uuuuy gelin...
Bu yasaklar,
Firavun kalintisi.
Yoksun,
Akdan - karadan.
Gizline, canevine kurulu faklar.
Gün ola, umut kesip korkunç yetinden,
Murdar tutkusuna dünyasizligin,
Gün ola, düsesin bekler.
Düsme!
Ölürüm...
Gözlerinden, gözlerinden olurum.
Leylim - leylim
Ayvalar, nar olanda
Sen bana yar olanda.
Belali basimiza
Dünyalar dar olanda.
MERHABA
Gün açar,
Karin verir yagmurlu toprak.
Incesu Deresi, merhaba.
Saçakta serçeler daha çilgindir,
Bulutlarda kartal,
Daha çalimli.
Koparir gögsünden bir dügme daha,
Tezkere bekliyen biri.
Incesu Deresi, merhaba.
Genç bayraklar vardir,
Baris düsünür,
Kuyularda isçi, mavilikleri.
Ben hepsini düsünürüm,
Yirmidört saat
Ve seni düsünürüm,
Karanlik,hirsli...
Seni, cihanlarin aziz meyvasi.
Ilan-i ask makamindan bir misra,
Yeserip, kimildar içimde,
Düser aklima gözlerin...
Oysa murad alamam.
Oysa akdan - karadan
Bilirim, payim bu kadar...
Unutmus gülmeyi gözbebeklerim.
Unutmus dudaklarim öpmeyi.
Incesu Deresi, merhaba...
TERKETMEDİ SEVDAN BENİ
Terketmedi sevdan beni
Aç kaldım, susuz kaldım
Hayın, karanlıktı gece
Can garip, can suskun
Can paramparça...
Ve ellerim, kelepçede
Tütünsüz uykusuz kaldım
Terketmedi sevdan beni...
UNUTAMADIĞIM
Açardın
Yalnızlığımda
Mavi ve yeşil
Açardın.
Tavşan kanı, kınalı berrak.
Yenerdim acıları, kahpelikleri...
Gitmek
Gözlerinde gitmek sürgüne.
Yatmak
Gözlerinde yatmak zindanı
Gözlerin hani?
"To be or not to be" değil.
"Cogito ergo sum" hiç değil...
Asıl iş, anlamak kaçınılmaz'ı
Durdurulmaz çığı
Sonsuz akımı.
İçmek
Gözlerinde içmek ayışığını.
Varmak
Gözlerinde varmak can tılsımına.
Gözlerin hani?
Canımın gizlisinde bir can idin ki
Kan değil sevdamız akardı geceye
Sıktıkça cellat
Kemendi...
Duymak
Gözlerinde duymak üç-ağaçları
Susmak
Gözlerinde susmak
Ustura gibi...
Gözlerin hani?
YALNIZ DEGILIZ
Bir ufka vardik ki artik
Yalniz degiliz sevgilim.
Gerçi gece uzun,
Gece karanlik
Ama bütün korkulardan uzak.
Bir sevdadir böylesine yasamak,
Tek basina
Ölüme bir soluk kala,
Tek basina
Zindanda yatarken bile,
Asla yalniz kalmamak.
Safaklari ben baliga çikarim
Akan akmayan sularda
Benim, bütün tezgahlarda paydosa giden
Bir bahar aksami dünyada.
Ben dört duvar arasinda degilim
Pirinçte, pamukta ve tütündeyim,
Karacadag, Çukurova ve Cibalide.
Zehirli kör yilanlari
Ve sitmasiyla
Gün yirmidört saat insan avinda
Karacadagda çeltikler.
Bir kiz çocugunun gözyasi gibi
- Ayak bileklerinde bir dizi boncuk,
Sol omzunda nazarlik,
Dag basinda unutulmus üsümüs,
Minicik bir asiret kizinin -
Damla-damla, berrak olur pirinci.
Kamyonlarla, katir kervanlariyla
Beyler sofrasina gider...
Çukurovam,
Kundagimiz, kefen bezimiz
Kani esmer, yüzü ak.
Sicaginda sabir taslari çatlar,
Çatlamaz irgadin yüregi.
Dilerse buluttan ak,
Köpükten yumusak verir pamugu.
Külhan, kavgacidir delikanlisi,
Ünlü mahpusanelerinde Anadolumun
En çok Çukurovalilar mahpustur,
Dostuna yarasini gösterir gibi,
Bir salkim sögüde su verir gibi,
Öyle içten
Öyle derin,
Türkü söylemek, küfretmek,
Çukurova yigidine mahsustur...
Tütünü bilir misin?
"Kiz saçi" demis zeybekler,
Su içmez her damardan,
Yerini kolay begenmez,
Üsür
Naz eder,
Darilir
Iki parmak arasinda kiyilmis,
Bir parçasi var kalbimin
Incecik, ak kagitlara sarilir,
Dar vakit yanar da verir kendini.
Dostun susan dudagina...
Sokaklardan,
Kiyilardan,
Gök mavisinden,
Ekmeginden,
Canevinden ayri düsmeye
Yani bütün hasretlerin kahrina
Ve zehrine çaresiz kalmalarin,
Ilk nefesi Hizir gibi yetisir
Cibalide sarilan cigaranin...
Tütün isçileri yoksul,
Tütün isçileri yorgun,
Ama yigit
Piril - piril namuslu.
Nami gitmis deryalarin ardina
Vatanimin bir umudu...
TUTUKLU
Birden
Kurşun yemiş gibi susar
Gözbebeklerime karşı
Susar da
Açılıp yol verir şehir
Sade radyolarda bir gamlı hava
"Elaziz uzun çarşı"
Firarda gözüm yok
Namussuzum yok
Yok pişmanlık bir halim
Yaslanıp
Bir cigara yakmak isterim
Dumanı cevahir değer
Mağlup mu desem mahcup mu
Ama ikisi de değil
Ben garip sen güzel
Dünya umutlu
Öyle bir tuhafım bu aksamüstü
Sevgilim
Canavar götürür gibi
İki yanım
İki süngü
YURDUM BENİM ŞAHDAMARIM
Engereğin dişlerine işledim,
Ağu dişlerine
Oluklu, çentik...
Ve vurgun,
Gözleri bir çift cehennem
Burnuna kan tütmüş
Pars bıyığına...
Dağın pulat yüreğine işledim,
Şimşeğin masmavi usturasına
Sevdanı usul-usul
Sevdanı mısra-mısra
Lo ben seni hapislerde sevmişim,
Ben seni sürgünlerde.
Yurdum benim şahdamarım...
Yücende buzul
Ve kar,
Maviş dağ tavşanları
Gün vuranda alaran
Zemheri yılanları
Ve yakut bir hışımla
Öyle çakılan
Sonsuzluğun yakışığı kartallar.
....................
....................
Başım gözüm üstünesin
Suskum, avazım üstüne...
Adından başka silah
Yazgından başka günah
Daha yazmamış
Hiçbir gizli dosyada
Hiçbir açık kitapta.
Peşinde azgınları
Kanlı paranın
Yani Doların itleri,
Altın, Sterlin kurtları
Ve petrol Nemrutları
Ve kurşun Yezitleri...
....................
....................
Kaçgunda, kaçakta
Can havlindesin...
Ve çocuk ölüleri
Parçalanmışlar
Daha süt kokuyorlar
Ve anne ölüleri
İncecikten, gencecikten
Açık hepsinin gözleri.
Halkım benim
Askıda çığ...
33 KURŞUN
1.
Bu dağ Mengene dağıdır
Tanyeri atanda Van'da
Bu dağ Nemrut yavrusudur
Tanyeri atanda Nemruda karşı
Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur
Bir yanın seccade Acem mülküdür
Doruklarda buzulların salkımı
Firari guvercinler su başlarında
Ve karaca sürüsü
Keklik takımı...
Yiğitlik inkar gelinmez
Teke tek doğüşte yenilmediler
Bin yıllardan bu yan, bura uşağı
Gel haberi nerden verek
Turna sürüsü değil bu
Gökte yıldız burcu değil
Otuzüç kurşunlu yürek
Otuzuç kan pınarı
Akmaz
Göl olmuş bu dağda...
2.
Yokuşun dibinden bir tavşan kalktı
Sırtı alaçakır
Karnı sütbeyaz
Garip, ikicanlı, bir dağ tavşanı
Yüreği ağzında öyle zavallı
Tövbeye getirir insanı
Tenhaydı, tenhaydı vakitler
Kusursuz, çırılçıplak bir şafaktı
Baktı otuzüçten biri
Karnında açlığın ağır boşluğu
Saç, sakal bir karış
Yakasında bit
Baktı kolları vurulu
Cehennem yurekli bir yiğit
Bir garip tavşana
Bir gerilere.
Düştü nazlı filintası aklına
Yastığı altında küsmüş
Düştü, Harran ovasından getirdiği tay
Perçemi mavi boncuklu
Alnında akıtma
Üç topuğu ak
Eşkini hovarda, kıvrak
Doru, seglavi kısrağı.
Nasıl uçmuşlardı Hozat önünde!
Şimdi, böyle çaresiz ve bağlı
Böyle arkasında bir soğuk namlu
Bulunmayaydı
Sığınabilirdi yuceltilere...
Bu dağlar, kardeş dağlar, kadrini bilir
Evvel Allah bu eller utandırmaz adamı
Yanan cigaranın külünü
Güneşlerde çatal kıvılcımlanan
Engereğin dilini
İlk atımda uçuran
Usta elleri...
Bu gözler, bir kere bile faka basmadı
Çığ bekleyen boğazların kıyametini
Karlı, yumuşacık hıyanetini
Uçurumların
Önceden bilen gözleri...
Çaresiz
Vurulacaktı
Buyruk kesindi
Gayrı gözlerini kör sürüngenler
Yüreğini leş kuşları yesindi...
3.
Vurulmuşum
Dağların kuytuluk bir boğazında
Vakitlerden bir sabah namazında
Yatarım
Kanlı, upuzun...
Vurulmuşum
Düşüm, gecelerden kara
Bir hayra yoranım çıkmaz
Canım alırlar ecelsiz
Sığdıramam kitaplara
Şifre buyurmuş bir paşa
Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız
Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki...
4.
Ölüm buyruğunu uyguladılar
Mavi dağ dumanını
ve uyur-uyanık seher yelini
Kanlara buladılar.
Sonra oracıkta tüfek çattılar
Koynumuzu usul-usul yoklayıp
Aradılar.
Didik-didik ettiler
Kirmanşah dokuması al kuşağımı
Tespihimi, tabakamı alıp gittiler
Hepsi de armağandı Acemelinden...
Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız
Karşıyaka köyleri, obalarıyla
Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu
Komşuyuz yaka yakaya
Birbirine karışır tavuklarımız
Bilmezlikten değil
Fıkaralıktan
Pasaporta ısınmamış içimiz
Budur katlimize sebep suçumuz
Gayrı eşkıyaya çıkar adımız
Kaçakçıya
Soyguncuya
Hayına...
Kirvem hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki...
5.
Vurun ulan
Vurun.
Ben kolay ölmem.
Ocakta küllenmiş közüm
Karnımda sözüm var
Haldan bilene.
Babam gözlerini verdi Urfa önünde
Üç de kardaşını
Üç nazlı selvi
Ömrüne doymamış üç dağ parçası.
Burçlardan, tepelerden, minarelerden
Kirve, hısım, dağların çocukları
Fransız kuşatmasına karşı koyanda
Bıyıkları yeni terlemiş daha
Benim küçük dayım Nazif
Yakışıklı
Hafif
İyi süvari
Vurun kardaş demiş
Namus günüdür
Ve şaha kaldırmış atını.
Kirvem hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki...
SUSKUN
Sus, kimseler duymasın.
Duymasın ölürüm ha.
Aydım yarı gecede
Yeşil bir yağmur sonra...
Yağıyor yeşil.
En uzak, o adsız ve kimselersiz
O yitik yıldızda duyuyor musun?
Bir stradivarius inler kendi kendine
Yayı, reçinesi, köprüsü yeşil.
Önce bendim diyor ve sonra benim...
Ölümsüz, güzel ve çetin.
Ezgisidir dolaşan bütün evreni
Bilinen, bilinmeyen ıssızlıkları.
Canımı, tüylerimi sarmada şimdi
Kendi rüzgarıyla vurgun...
Sarıyor yeşil.
Rüya, bütün çektiğimiz.
Rüya kahrım, rüya zindan.
Nasıl da yılları buldu
Bir mısra boyu maceram...
Bilmezler nasıl aradık birbirimizi
Bilmezler nasıl sevdik
İki yitik hasret
İki parça can.
Çatladı yüreği çakmaktaşının
Ağıyor gökkuşaklarının serinliğinde
Çağlardır boğulmuş bir su...
Ağıyor yeşil.
Yivlerinde yeşil güller fışkırmış
Susmuş bütün namlular...
Susmuş dağ
Susmuş deniz.
Dünya mışıl-mışıl
Uykular derin
Yılan su getirir yavru serçeye
Kısır kadın, maviş bir kız doğurmuş
Memeleri bereketli ve serin...
Sağıyor yeşil.
Aydım yarı gecede
Neron, çocuk kitaplarında çirkin bir surat
Ve Sezarsa, bir ad, yıkıntılarda.
Ama hançer taşı sanki
Koca Kartaca!
Hani, kibrit suyu vermişlerdi üstüne
Bak nasıl alıyor, yiğit
Binlerce yıl da sonra
Alıyor yeşil.
Vurur dağın doruğundan
Atmacamın çalkara
Yalın gölgesi.
Kuş vurmaz, tavşan almaz
Ama aç, azgın
Köpek balıklarıydı parçaladığı
Bak, Tiber saygılı, suskun.
Bak nilüfer dizisi zinciri.
Bunlar bukağısı, kolbağlarıdır
Cihanın ilk umudu, ilk sevgilisi
Ve ilk gerillası Spartakus'un.
Susuyor yeşil.
Sus, kimseler duymasın,
Duymasın, ölürüm ha.
Aymışam yarı gece
Seni bulmuşam sonra.
Seni, kaburgamın altın parçası.
Seni, dişlerinde elma kokusu.
Bir daha hangi ana doğurur bizi?
Ruhum...
Mısra çekiyorum, haberin olsun.
Çarşılarin en küçük meyhanesi bu
Saçları yüzümde kardeş, çocuksu.
Derimizin altında o olüm namussuzu...
Ve Ahmedin işi ilk rastgidiyor.
İlktir dost elinin hançersizliği...
Ağlıyor yeşil.
|